Kadınların uzun süre sokaktan çekilmeleri (hem yaşam alanı hem de eylem alanı olarak), çalışma yaşamına ara vermek zorunda kalmaları, ev içi emek ve bakım emeğinin katlanarak çoğalması, tüm bunlarla birlikte yaşanan kıymetsizlik/değersizlik duygusu, salgın boyunca yaşanan her tür şiddet ve kadın cinayetleri, daha fazla yoksullaşma kadınların salgın deneyimlerinden sadece birkaçı. Türkiye’de salgın süresince yaşanan bu deneyimler, uzun yıllardır kadınlar ile erkek egemen iktidar ve onun temsilleri arasında yaşanan çatışmayı erkeklerin lehine bükmüş oldu. Üstelik salgının “doğallığı” ile yaşanılan bu deneyimlerin pek çoğunun “doğallığı” bir araya getirilerek yeniden kadınlık, annelik, eş rolleri pekiştirilmeye çalışıldı.
Esasında bu ülkede öteden beri kadınlara kapalı tutulmaya çalışılan sokaklar, salgınla birlikte daha da kapalı hale geldi. Özellikle son 15-20 yıldır ise kamusal güzergâhlar olarak sokaklar, meydanlar kadınlar ve iktidar arasında hep bir çatışma hattını temsil ediyordu. Bir yandan kadınlar hem gündelik yaşam alanı hem de eylem alanı olarak sokakları zorlarken bir yandan erkek egemen iktidar kadınları sokaklarda belli sınırlar içinde tutmaya, kontrollü bir sokak/meydan mefhumu oluşturmaya çalışıyor. Salgın ile birlikte zaten iktidar tarafından sınırlandırılmaya çalışılan bu alanlar “doğallığında” kadınlara bir kez daha kapatılmış oldu. Sosyalleşmenin, kent yaşamında kadın olarak var olabilmenin anlamını da zedeleyen bu durumun bilhassa çalışan orta sınıf kadınlar açısından yaşandığını söylemekte yarar var. Alt sınıftan ya da kent merkezinden uzakta ve köy-kır yaşamının benzerini kentlerin çeperlerinde kurmaya çalışan kadınlar açısından salgının diğer kadınlar üzerinde kimi doğrudan etkilerini gösterdiğini söylemek güç.
Salgının bu ülkede yaşayan kadınları etkilediği pek çok yan olmakla birlikte; yaptığımız görüşmelerden kadınların arasında yaşam koşullarının farklılığının da salgının etkileme biçimini ve düzeyini belirlediğini anlıyoruz. Salgından önce belirli sınırlar içinde yaşayan, çalışma hayatına girmemiş kadınların hayatlarında salgından sonra da çok şey değişmiş görünmüyor. Yine kent çeperinde yaşayan ancak çalışan kadınlar açısından ise yaşadıkları zorluk giderek artmış görünüyor. Salgın koşullarında toplu ulaşımı kullanmak başlı başına bir risk iken bu kadınlar, çalıştıkları mekânlarda salgın sürecinde bir risk olarak görülmeye başlamışlar. Örneğin gündeliğe giden bir kadın, salgın boyunca bizatihi kendisinin gittiği evler açısından “risk” olarak görüldüğünü söylüyor ve salgın boyunca temizlik için çağrılmadığını ekliyor. Bir yandan evden/uzaktan çalışan beyaz yakalı kadınlar ise iş yükü fiziki işyeri mekânına göre arttığı için işleri yetiştirememekten yakınıyorlar. Zira evden sürdürmeye çalıştıkları profesyonel işe salgınla birlikte artan ev-temizlik-bakım işi de eklenince kadınların hayatı adeta bir çığlık haline geliyor ve senelerdir kendilerini kurtarmaya çalıştıkları hayatlar yeniden musallat oluyor kendilerine. Üstelik bu kez en “doğal” etkiyle, yani salgınla.
Salgından önce çalışılan güvencesiz ve esnek çalışma koşulları, adeta bir salgın kuralı haline gelerek “nasılsa evdesin” cümlesinden sonra kadınların hayatlarına daha çok giriyor. Hem de bu kez bizatihi kendi varlığı emek yoğun çalışmayı zorunlu kılan ev/hane içine giriyor bu profesyonel güvencesizlik ve esneklik şartları. Yani ev içi emeğin ücretlendirilmediği bir hayatta katmerli güvencesizlik düşüyor kadınların payına. Salgın süresince artan kadınların yoksullaşması, güvencesizleşmesine bir de ev içinde geçirilen uzun zamanlar ve karşılaşmalar nedeniyle her tür şiddet, taciz, tecavüz ve dahi erkekler tarafından katledilme de ekleniyor.
Kamusal yaşama katılma mücadeleleri sayesinde kadınların yaşadıkları şiddetle aralarına mesafe koyabilme çabaları salgınla birlikte pek çok kadın açısından boşa düşmüş oluyor, ev içinde hem kocaları ve diğer erkekler tarafından hem de kaynana-kayınbaba ve dahi çocukları tarafından şiddete uğruyor. Tüm bunlarla birlikte (yoksullaşma, güvencesiz ve esnek çalışma, şiddet, ev içi emeğin ve bakım emeğinin artması, sosyal ve kamusal yaşamdan çekilme…) kadınların salgınla birlikte yaşadıkları en güçlü duygu kıymetsizlik ve değersizlik duygusu gibi görünüyor. Kadın mücadelesinin içinde olsun olmasın sırf bu ülkede yaşamak hasebiyle tüm kadınların hayatına bir şekilde dokunan ve öteden beri devam eden yaşam ve hayatta kalma mücadelesi salgınla birlikte daha önemli hale geldi ve kadınlar bir yandan yaşam mücadelesi verirken bir yandan da kendi kıymetlerini, haysiyetlerini korumak için çabalıyorlar. Salgın, kadınların ayakta kalma ancak kıymetleriyle, haysiyetleriyle ayakta kalma çabalarını bir yandan zedelerken bir yandan da güçlendirdi. Salgının özellikle üçüncü ayından itibaren kadınlar yeniden sokaklara çıkmaya ve salgın sürecini fırsat görerek kadınların aleyhine pek çok yasal değişikliği meclisten geçirmeye çalışan milliyetçi-muhafazakâr iktidara karşı yeniden sokakları söz söyleme alanlarına çevirmeye devam ettiler ve ediyorlar.
Bu bağlamda salgın süresince de Türkiye’de yükselen iktidar karşıtı sesin, giderek yoksullaşan, güvencesizleşen, cinayetlere ve her tür şiddete daha fazla maruz kalan ve kamusal alanda iktidar tarafından denetimli kılınmaya çalışılan sınırı her defasında kural olmaktan çıkarmaya çalışan kadınlardan geldiğini bir kez daha apaçık görüyoruz. Bunu hem sokaklarda hem de online platformlarda oldukça etkili bir biçimde sürdürme çabasını gösteriyorlar ve gün geçtikçe sesleri dünyanın her yerinden birbirine ulanıyor. Üstelik bu kadınlar, başka bir dünyayı düşleyen, yaşam alanlarını ve birlikte haysiyetlerini, özsaygılarını, değerlerini savunan ve eskisinden daha çok bir arada duran kadınlar.
Bizim Hikâyemiz olarak kadınların salgın, şiddet, yoksullaşma deneyimleri de dâhil olmak üzere hikâyelerini dinliyoruz.