Bizim Diyarbakır Hikâyemiz:

 

Başladığımız Yer

Bizim Hikâyemiz’de yer alan sözlü tarih görüşmelerini yapmaya Diyarbakır’dan başlamıştık. Bu bültende Diyarbakır’daki kadınların sesini kendi sesimizle harmanlayıp kente ilişkin deneyimlerimizi, hissettiklerimizi paylaşalım istedik.

 

İki araştırmacının iç sesi birbiriyle söyleşirken...

 

İç ses 1: Biraz eksik biraz fazla dört yıla yakın olmuş bu şehre gelmeyeli. Öyle herhangi bir dört yıl değil ama. Öyle yekten, hepten ve ansızın hayatın bütününü değiştiren bir dört yıl. Değişime vesile olan o tuhaflığa, dayanılmazlık duygusuna bakınca en son gördüğüm yüzlerden biri senin yüzün. Güzel, yaralı, hırpalanmış şehir. Senin o elle tutulur gözle görülür kendine haslığın. Hatıralarıyla yüklenmiş geçkin, bilge ama pasaklı halin. Tıpkı benim şehrim gibi. Bir yanın çok ince; ince ince işlenmiş oya gibi, diğer yanın sökük eteklerini sürüyor. Sen çok güzeldin böyle. Böbürlenmeden usul usul, serin serin, pasaklı ama sağlam mekân oluyordun yoksullara, evinden yurdundan sürülmüşlere. Hatta sırf onlara mekân olasın diye terk edilmiş gibiydin. Kendi Belle Époque’unu yaşadığın güzel güneşli günleri, kendi bohemlerini, siyah taş avlularda şiir dinletilerini de hatırlıyorum. Sonrası çok karanlık ve hüzünlü.

 

İç ses 2: Hareket var sokaklarda, yani arabalar geçiyor, insanlar yürüyor, dükkânlar açık, ama sanki her şey, tüm bu akış-hareket sessizce oluyor. Sessiz bir filmdeymiş gibi hissediyorum daha çok. O “olağan” sokak sesi yok. Bir uğultu, en azından hafif bir uğultu olmalı diye düşünüyorum. Ama yanımızdan yürüyüp geçenlerin, yanından yürüyüp geçtiklerimizin sohbet sesleri, gülüşmeleri, birbirlerine seslenmeleri yok. Duyulmuyor ya da ben duymuyorum. Tuhaf bir his bu. Çok tuhaf ve ağır.

 

Sessizce akan hareketin, o hareketli-donukluğun aksine, doğrudan iletişime geçtiğimiz insanlar sımsıcak, konuştuğumuz an canlanıyor renkler... Tanıdık bir mahalledeymişiz gibi o zaman.

 

Bu sessiz-donuk hareket ve sımsıcak temasların bir aradalığı, birbirini kovalayışı acayip. Sanki bir sessiz filmin içinde yürürken birine dokunman, biriyle konuşmaya başlamanla birlikte önceden sessiz olan film bir anda sesleniveriyormuş gibi. Bir süreliğine. Yoluna devam edince yine aynı sessiz akış.

 

İç ses 1: Ama sen, onca şiddete, hırpalanmaya, yaralanmaya rağmen güzel kalabilenlerdensin, yine tıpkı benim şehrim gibi. Sevdiğim şehirlerin eski yerleşim merkezleri, surlar içinde kalan yerler hep baharat kokulu. Baharat, ahşap, taş ve kumaş. Birindeyken diğerini hatırlatan kokular.

 

İç ses 2: Yıllar sonra ilk kez sokakta lastik oynayan çocuklar gördüm. Bomboş bir küçede. Sessiz sedasız oynuyorlar. Üç oğlan. Oğlan çocuklarının ip atladığını görmüşlüğüm vardır, ama lastik oynadıklarına hiç şahit olmamıştım, kız çocuklarının oyunuydu bu bizim zamanımızda :) Çok güzel bu çocuklar.

 

İç ses 1: Bir dükkâna girdik. Nasıl birikmişse içindekiler, dökülüverdi. O günleri anlattı, çaresizliği, çıkışsızlığı ve sıkışmış olmayı. Hiçbir girizgâh, hiçbir soru ya da bir başlangıç olmadan anlatmaya başladı.

 

İç ses 2: Birdenbire. Karşılıklı konuşmaya değil sadece anlatmaya ihtiyacı vardı sanki. Soluksuz anlatıyordu neredeyse.

 

İç ses 1: Kadınların belleği diye çıktığımız yolda tuhaf bir karşılaşma oldu. Kaç gündür geçiştirilen ama derin bir yara, biraz mahcubiyet ve çaresizlikle bahsedilip susulan sözleri, öyle ulu orta, teklifsizce anlatmaya başladı. Dinledik, tanıklıklarımızla uzak ve dışarıdan tanıklıklarımızın ağır duygusuyla, dinledik.

 

İç ses 2: Dinledik: “‘Çok üzüldük, çok üzüldük’ diyor herkes abluka zamanı burada yaşananlara, yahu çok üzülseniz çıkar gelirdiniz, 70'lik nine abluka altında kalan evine günde bir kere güç bela gidip oradan o yaşında sürükleye sürükleye peynir tenekesini çıkarmaya çalışırken 'Dur teyze, ben taşıyayım,' derdiniz. Çok üzülseniz, çıkar gelirdiniz, burada bizimle oturur iki lokma ekmek kemirirdiniz, yanımızda dururdunuz.” Çok haklı.

 

İç ses 1: Sonra çıktık. Soğuk ve kuru havaya, tekrar canlanmış sokaklara, sakilce rötuşlanmış dükkân cepheleri ve tabelalara, o bildik caddeye. İnanılmaz bir inatla her şeye rağmen her şey pahasına gerçekleştirilen ve gerçekleştirilecek olan kentsel dönüşüme, bütün o insan yiyen açgözlülüğe çıktık. Taraflardan bazıları zihnimizde karşı karşıya geldi, karşılaşmış oldu taraflardan habersiz zihnimin tanıklığında.

 

İç ses 2: Kadınlarla bir araya geldiğimiz her yer sımsıcak. Her şeye rağmen.

 

İç ses 1: Kadınlardan birinin söylediği bir şey bir türlü gitmiyor zihnimden. “Her şeyin bittiği günü hiç unutmuyorum. Sesler birden kesildi. Biz, ‘Bitti,’ dedik, ‘bütün çocuklar öldü.’ Sonra tekrar sesler geldi, ‘Yok, daha yaşayanlar varmış,’ dedik. Sonra bütün sesler kesildi.”

 

İç ses 2: Sonra tüm sesler susmuş.

 

İç ses 2: Jetler havada vızır vızır o gün. Ara ara susup jet gürültüsünün geçmesini bekliyoruz. Orası için “olağan” durum.

 

İç ses 1: O kadar örseleyici olmuş ki herkes sıradan bir sohbette bile, artık Sur’a gidemediğini söyleyip durdu.

 

İç ses 2: Sözlü tarih görüşmelerine başladığımız gündü. Kentin biraz dışında bir site. Duramamışlar sonrasında kent içinde. “Daha Sur'a hiç gitmedim,” cümlesini ilk kez orada duyduk. Sonra hep duyduk.

 

İç ses 1: Twitter’da bir fotoğraf gördüm, “kayyumsuz zamanlar”dan kalma. Şubat 2011'de, 8 Mart yaklaşırken Diyarbakır'da çekilmiş. Ana caddelerden biri, akşam saatleri, güneş batmış, sokak lambaları yanmış, caddenin ortasındaki sokak lambalarında ışıklı feminalar var. Her birinde ikişer tane. Muhteşem görünüyor. Paylaşımın altındaki yorumlardan biri: “Amed kadın şehri ilan edilmişti o tarihte.”

 

İç ses 2: Kadınlarla bir araya geldiğimiz her yer sımsıcak. Her şeye rağmen. Mücadeleden vazgeçmeyecekleri çok belli. İnsanın içini diriltiyorlar. İnsanın içine bir güç aşılıyorlar.

 

Diyarbakır: Kent, Mekân ve Kadınların Belleği

 

Diyarbakır aslında dünyanın ve Türkiye’nin, bu geniş coğrafyanın 80’ler diye telaffuz ettiğimiz gerçekleriyle pek çok katmanda karşılaşmış, bu ani ve sert karşılaşmayla hızla dönüşmüş kentlerinden biri. Savaşın ve siyasi-iktisadi yerinden edilişlerin, mülksüzleştirilmelerin etkisini çok sıcak, çok hızlı yaşayan bir kent.

 

80 darbesi bütün bir şehri etkiliyor her şeyden önce ve bu etki çok sarsıcı, yaralayıcı ve ağır travmalarla yaşanıyor. Darbe öncesinin -pek çok yerde olduğu gibi- siyasi çatışmalara rağmen hayatın kent dokusu ve gündelik hayat dinamikleri ile aktığı aşinalığın kendisinin tuhaf bir güvenlik duygusu yarattığı günlerden keskin bir yırtılma ile başka bir dünyaya geçiliyor. Tek tek her haneye çarpıyor 80 darbesi. Her evde acılar, güvensizlikler bırakıyor. Ve de kaçınılmaz bir politikleşme süreci.

 

“İhtilalin acı sütüyle emzirildiğimiz günlerdi, 1980 darbesi,” diyor bir kadın, “[b]iz avluların içinde mutlu insanlardık, mutlu çocuklardık,” diye ekliyor ardından. https://www.bizimhikayemiz.org/copy-of-ta-diyarbakir-01.

 

Sur, Sur’ken, avlulu evlerde kuşaklar boyu yaşanırken, usulleri-adetleri ile akan bir hayat varken, bu birden değişiyor. Önce surun dışına doğru bir hareket başlıyor. Ama bu sadece bir kentsel dönüşüm değil; ateş ya tek tek hanelere düşüyor ya da buna tanıklık ediliyor. Bir kadın, küçücük bir çocuk olduğu, etrafta olup biteni anlamaya çalıştığı döneme dönüveriyor hikâyesini anlatırken, bir komşu kadını anıyor: “‘Havar! Çocuklarımızı balıklara yem ettiler!’ diye bağırdı. O kadından bir daha haber alınamadı.” Anısı hâlâ canlı https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-06.

 

O komşu kadının dediği şey başka bir anlatıda buluyor yankısını; “80 dönemini biz aile olarak bire bir yaşadık,” diye aktarıyor bir kadın, öyle yaşamış sayısız aileden biri olarak https://www.bizimhikayemiz.org/copy-of-ta-diyarbakir-01-1. “Biliyorsunuz, Ortadoğu ülkelerinde bugün yatarsınız, yarın uyandığında ne olacağı belli olmaz,” diyor bir diğeri; yaşadıkları öyle bir şey zaten https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-03.

 

Sur’un yavaş yavaş terk edilişi, Sur dışına, şehrin yeni semtlerine taşınmalar, şüpheci ve tedirgin bir hâlde güvenli mekân arayışları deneyimlenirken bir yandan da Sur’a göçler başlıyor. Köylerinden kopmak zorunda bırakılanlar. Zorunlu göç. Toprağından, evinden, bahçesinden, tarlasından tapanından, hayvanlarından, yani üretim araçlarından koparılarak kentlere gitmek ve orada hayata yeniden tutunmak zorunda kalmak; tedirgin bir telaşla güvenli mekân arayışlarının Sur’a taşıdığı insanlar. Hızla mekânsal dönüşüm geçiren, gelişen, büyüyen, hızla ve çok göç almış kent, karmaşası ve gittikçe açılan sınıf farklarıyla artık çağdaş bir metropol olmaya doğru gidiyor. 80’lerin hızla zengin ettikleri, bütün coğrafyalarda olduğu gibi elbette burada da görülüyor, hızla yoksullaştırdıkları da. Diyarbakır, 80’lerin değiştirip dönüştürdüğü kentlerden biri olarak ağır acılı, öfkeli. Kim bunların şiddetini birbiriyle kıyaslayabilir?

 

Bu karmaşa, bu hareketlilik, bu kendinden farklı olanla karşılaşmalar, yan yana düşmeler, bir mekânı kullanma biçiminin herkes için farklı ve herkesi zorlayan deneyimleri. Neydi kentleşme, biraz da bu demek değil miydi? “80 darbesinin çocuğuyum,” diyor bir kadın, sonrasında Sur çok göç alıyor. Sürecin abilerine yansımasını gözlemliyor; “Değerler değişti, giyimleri değişti, hareketleri değişti, arabeskleşti.” “Biz azınlıkta kaldık, biz köylüleştik.” https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-08.

 

Bu hengâmede her eve düşen acı ve tedirginliğin bir etkisi politikleşme oluyor; belki bunun pek çok etkisinden biri de kızların okuması. Bir de topyekûn politikleşirken, kadınların hiç tahmin edilemeyen güçlenmesi.

 

Ama coğrafya her şeye açık, her saldırıya açık bir mekân bırakıyor; bir de 90’ların Hizbullah’ı var. Bu da yaşanıyor. “Korkutulmuş bir toplum oluştu, korkutulmuş bir toplum tehlikelidir,” diyor bir kadın, Hizbullah dönemi çocukluğuna denk gelmiş ve çok zor geçmiş https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-08.

 

“Gerçekten çok tanımsız alanlara düştük her birimiz. (…) O kadar çok kırık var ki her yerde birleştirmek bayağı zor,” diyor bir diğeri ve hepimizin hâlini özetliyor sanki. “O sert dönüşlerin hepsini ben uzun uzun izledim.” https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-07 Çoğumuz için öyle olmadı mı? Hem izledik hem dağıldık hem toparladık kendimizi her seferinde. Hiçbir şey sadece gelip geçmiyor insan hayatlarından. Hiçbir şey.

 

Ve tabii bir de 2015 sonbaharı var. Kiminle konuşsan anısı orada öyle yumruk gibi.

“Şu an Diyarbakır sanatsal açıdan 50-60 yıl geride.” https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-06. Öyle bir his, sanırsın ablukada her şey.

 

Sayısı iki elin parmağını geçmeyen bu görüşmeler bir şey daha söylüyor; kadınlar dur durak tanımayan yaşam kurucular. İster küçük ve sıradan, ister haşmetlu olsun iktidarlar eril ve onlar yaşamları dağıtıp mülksüz, yersiz yurtsuz bıraktıkça, kadınlar ‘Kaçıncı kez!’ demiyor, yeniden kuruyorlar yaşamı. Üstelik sadece kendileri için değil, herkes için. Ve bu bir güzelleme değil, böyle oluyor gerçekten.

 

“Hayattaki bütün ihtimalleri sürekli budanan bir coğrafyanın insanları olarak böyle şeyleri yapabiliyoruz,” diyor bir kadın. https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-07

“Yaşamak direnmektir, yaşamak için çok direnmek gerekiyor,” diye ekliyor diğeri. https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-06

“Ana kaynakçanın kadınlarda çok güçlü olduğunu görüyordum.” https://www.bizimhikayemiz.org/copy-of-ta-diyarbakir-01-1

 

Kadın olarak yeniden yeniden vazgeçmeden herkes için yaşam alanları kurup dururken insan olmayı da öğreniyoruz. “İnsanların ne kadar dirençli olduğunu, her hikâyenin bir roman olduğunu, var olmanın da yok olmanın da her insana mahsus olduğunu, bugün ona, yarın bana olacağını gördüm.” https://www.bizimhikayemiz.org/ta-diyarbakir-03

 

Yaşamdan birkaç hayat çıkaran kadınlarız biz.

 

Diyarbakır, 80 darbesi sonrası esen neoliberal rüzgârları, çözülemeyen sorunları, coğrafyalar ve insanlar üzerinden çözmeye çalışırken hızla kentleşen, hatta metropolleşen bir yer. Ve elbette, kentsel dönüşümü de en şiddetli şekilde yaşayanlardan. Kentsel dönüşümü ve ötesini. Çeşit çeşit enkaz yaratan, türlü ve birbiriyle bir yerden ilişkili saldırıyı en şiddetli şekilde yaşayanlardan.

 

Diyarbakır’ın yaşadıklarının bir veçhesinin, 80 sonrası dört bir yanda yaşam alanlarımızın üstüne çöken kentsel dönüşümün aslında rantsal dönüşüm olduğunu bize hatırlatıp duran deprem, bu yazı hazırlanırken oluverdi yine. İçimizi acıtan, öfkemizi kabartan enkazlar yarattı. Can aldı. Can yaktı. Geçmiş olsun İzmir ve Ege. Kalbimizde sınır yok, mesafe yok, oradayız, Diyarbakır’da ve İstanbul’dayız, Antep’te ve Ankara’da ve her yerdeyiz. Hep olduğu gibi, barış içinde birlikte yaşamdan, yaşama hakkı ve inadından, dayanışmadan, emekten ve doğadan yanayız… Başka bir dünya mümkün, biliyoruz. Bunu el ele, göz göze mümkün kılacağız.

 

Ortak İç Ses:

 

En zor yerlerden biri Dört Ayaklı Minare. Önü Tahir Elçi'nin katledildiği yer, ardı yüzlerce insanın (çocukların, kadınların, ninelerin, dedelerin, bebelerin), onlara ait tarihin, mekânların, ağaçların, sokakların, kedilerin, köpeklerin, gülüşlerin, öpüşlerin, türkülerin yok edildiği yer. Orada ve sonrasında uzun süre sustuk. Yürüdük. Küçelerde dolanırken top oynayan çocukların arkasında duvarda büyük harflerle “YAŞAM” yazısı gördük. Dört Ayaklı Minare'nin çok da uzağında olmayan bu küçede duvara yazılan kelime: YAŞAM. Yaşam yazmışlar duvara.

 

Fotoğrafı yok!

Önü yangın Dört Ayaklı Minare'nin,

ardı yangın.

Önü yangın şimdi,

ardı yangın.

Yana yana bakıyor insan,

yana yana bakıyor.

Yok fotoğrafı.

"Yaşam" yazmışlar uzak olmayan bir duvara.

"YAŞAM" yazmışlar.

 

Dönmeli devran.

Ekim ayında yayınladığımız ve salgın döneminde yaptığımız sözlü tarih görüşmelerine, günlüklere ve röportajlara;

 

Sitemizden

Twitter Hesabımızdan

Youtube Kanalımızdan

 

 ulaşabilirsiniz.

Her türlü katkıya, öneriye ve eleştiriye açığız, düşüncelerinizi lütfen bize yazın.

Bültenlerimizin size ulaşmasını istemiyorsanız, lütfen bu adrese email gönderin.

Paylaşmak İçin

Share on FacebookShare on X (Twitter)

Web Sitemiz