Bizim İzmir Hikâyemiz:

 

İzmir’in Farklı Yüzleri

Kadim bir kent, İzmir. Bir göç kenti. Her ne kadar büyük resmini “özgürlük kenti” olarak gösterse de belki de tarihsel olanın etkisiyle ve elbette her yerde varlığını ağırlıyla gösteren patriyarka ile hikâyemizin diğer kentleri gibi aynı zamanda yoksullaşmanın, ayrımcılığın, şiddetin, milliyetçiliğin ve haliyle erkek-iktidarın da kenti bir yanıyla. Ezcümle; kadınlar açısından özgürlük ile baskı ve ayrımcılığın eşzamanlı yaşandığı bir kentin hikâyesi çarpıyor yüzümüze… Patriyarka kentin kamusal mekanlarında, sokakta, okulda ve elbette en büyük aracı olarak ailede kendini gösteriyor. Doğma büyüme İzmirli, görece iyi halli ve “modern”, İzmirli bir aile içinde yetişmiş bir görüşmecimiz bu durumu şöyle özetliyor:

 

“Ortaokulu bitirdim, liseyi bitirdim. Hep İzmir’de, hep yürüyüş mesafesinde okul eve. Yani çok uzağa gidemiyoruz, ipler kısa.” (5MC02)  https://www.bizimhikayemiz.org/mc-izmir-02

 

Farklı dillerin, dinlerin ve kimliklerin birbirleriyle karşılaştığı, hep hareket halinde olduğu, yurt edindiği bir coğrafya olagelmiş. Kentin hafıza mekanları bize gelenlerin ve gidenlerin hikâyesini katman katman anlatıyor. Tarihsel ve mekânsal olarak bir ticaret ve liman kenti olan İzmir Osmanlı kapitalizminin ortaya çıktığı merkezlerden bir tanesi. Yeni kurulan Türkiye’ye kapitalizmin mirasını hem ideolojik hem de ekonomik zeminde yeniden üreterek aktarıyor. Burjuvazinin oluşumuna ve tarımla uğraşan emekçi kitlelerin proleterleşmesine tanıklık ediyor. Proleterleşmenin beşeri kaynağı tek başına ülke sınırları içindeki köyden kente göç ile değil. Yirminci yüzyıl başındaki savaşlar, yerel çatışmalar, nüfus mübadelesi yüzünden Balkanlar, Yunanistan, Adalardan gelen mübadiller/mülteciler/göçmenler yurtlarından ayrılmak zorunda kalan çoğunluğu gayrimüslim emekçilerin yerini dolduracak potansiyel emekçiler olarak yeni evlerine yerleşiyorlar. Yalnız gelenlerin gidenlerden farklı olarak başka bir sorumlulukları daha var: Göçmenlerden yeni kurulan ulusun harcı olmaları da bekleniyor. İzmir kent merkezinde yürüme deneyimi ulus-devlet ve kapitalizmin hafızasını bize sunuyor: Meydan, cadde ve sokak isimleri, eskiden Rum, Ermeni ve Yahudilerin ikamet ettiği cumbalı taş evlerdeki ticari işletmeler, geçen yüzyılın başlarında inşa edilmiş işhanları ve bu işhanlarının çoğunda bulunan ticarethaneler ve tekstil atölyeleri... Ancak İzmir’e gelenlerin hikâyesi burada sonlanmıyor. 1950’li ve 60’lı yıllardan başlayarak tarımsal arazilerin büyük alanlar kapladığı çevre illerden ve diğer şehirlerden gelen yeni proleterlerin yanı sıra özellikle 1980 ve 1990’lı yıllardaki Kürt illerinden zorunlu göç dalgası kentin kültürel ve politik tarihi açısından oldukça önemli. (Şimdilik) son olarak Suriyeli mültecilerin zorunlu göçü ile hikâye devam ediyor. Peki göçün ve savaşın omuzlayıcısı olan kadınlar, bu kentte göçmenliği nasıl deneyimliyor? Tikel biyografiler, bize kadınların İzmir’deki kolektif deneyimine dair kapıları aralıyor. Bizim İzmir hikâyemiz, kadınların İzmir’in farklı yüzleri ile; ayrımcılık, kamusallık, özgürlük ve dayanışma ile karşılaşmalarını anlatıyor.

 

Ailesi ve kendisi uzun yıllar Denizli’nin bir köyünde yaşayan ve yıllar sonra İzmir’e yerleşmiş bir görüşmecimiz hafızasında İzmir’i çocukken yaptığı çok eğlenceli bir gezi olarak canlandırıyor. Fuarda hem ona hem erkek kardeşine alınan ve ilk kez gördüğü bir uçan balon... Denizle ilk temas, ilk yüzme denemesi... İzmir bir bölgesel başkent olma niteliğini de taşıyor. Özellikle çevre illerdeki nüfusun ihtiyaçlarını giderdiği, gezmek görmek istediği, kendini yeniden ürettiği zaman zaman yaşamayı hayal ettiği, kent sakinlerinin yaşam tarzına öykündüğü bir merkez (5ED6). https://www.bizimhikayemiz.org/ed-izmir-06

 

Ancak çocukluğun İzmir’inin başka yüzleri de var. Çocukluk, dışlanmayı ve ayrımcılığı ilk deneyimlediğimiz ve çoğunlukla anlam veremediğimiz zamanlar. Belki çok sonraları bugünden geçmişe baktığımızda bireysel biyografilerimizi kolektif biyografilerimizle ilişkilendirmeye çalıştığımız zaman anlamlı kılmaya çalıştığımız anılar bütünü. Çocukların kendi aralarındaki iletişimi, sokak oyunlarında ve okuldaki karşılaşmalarının yetişkinlerin zihin dünyası ve gündelik yaşamlarına dair çok şey anlattığını sonradan fark ediyoruz. Erken çocukluk dönemlerinden beri İzmir’de yaşayan, ailesi Dersim’den İzmir’in çeperlerinde bir köye göç etmiş bir görüşmecimiz çocukluğu için şöyle diyor:

 

“İzmir'de ilk aklıma gelen şey oluyor, daha ilk söylediğinde, ayrımcılık yani herhalde bendeki en büyük etkisi odur, ayrımcılık, milliyetçilik.” (5ED1). https://www.bizimhikayemiz.org/ed-izmir-01

 

Kadınların ayrımcılıkla temasları çocuklukta kalmıyor. Özellikle son 30 yılda derinleşen mülksüzleşme, güvencesizlik ve savaş ortamı hep biri göçmen olan emekçilerin sınıf içi ilişkilerinde de oldukça etkili. Kadın emekçiler çoğunlukla erkeklerin egemen olduğu işkollarında sadece kadın olarak dışlanmakla kalmıyorlar. Ayrımcılığa dilleri ve kimlikleri yüzünden dışlanma deneyimi de eklemleniyor. Bunun en görünürleştiği zeminlerden biri emekçiler arası rekabet. Her yeni gelen göç dalgasının daha ucuz iş gücü olarak görülmesi/kullanılması ayrımcılığa yeni bir zemin hazırlıyor. Kadın olarak erkeklerden yönelen böylesi bir dışlanmayı deneyimlemek ise bambaşka. Fabrikalarda, işyerlerinde kadınlar, ayrımcı pratiklerin ve ifadelerin gizlenme, eğilip-bükülme gereği duyulmadan çok daha doğrudan, çok daha vülger biçimiyle karşılaşabiliyorlar. Adeta kadın emekçiden gelecek bir direnç olanaklı görülmüyor, caydırıcı bulunmuyor:

 

“Genelde erkeklerin yaptığı ağır bir iş ve kadın olarak dışlanıyorsun, erkek mesleği ... bir kadın olarak en büyük dışlanma nedenlerimden biri benim kimliğim benim dilimdi. Kürt olduğum için, doğulu olduğum için… Hep tepeden bakarlar ya insana hep öyle bakarlardı. Hatta dile getirirlerdi. Sizler geldiniz buralara işte sizin yüzünüzden bizler işsiz kaldık. Bu şekilde de dile getirirlerdi. Burası bizim topraklarımız sizler geldiniz.” (5ED9) (yakında web sitemizde)

Ayrımcılık dışında, İzmir’in kadınlara gösterdiği başka yüzleri de var. Görüşmecilerimiz güçlü bir kadın kamusallığından söz ediyorlar. Sokakta çok fazla kadınla karşılaşmanın yarattığı güvenden bahsediyorlar. Kadınların her yerde olduğunu, gündüz de gece de sokaklarda kadınları gördüklerini, bir kadın olarak sokakta bulunmaktan çekinmediklerini anlatıyorlar. Bir görüşmecimiz, bu duyguyu en fazla diğer şehirleri kadın olarak deneyimlediğinde fark ettiğini söylüyor:

 

“... şunu gördüm, İzmir bir kadının yaşayabileceği bir şehirmiş. Çünkü bu tartımı yapabilecek verim yoktu, şehir dışlarına çıkmadan önce. Politik anlamda çıktım, gezme olarak çıktım. İzmir’i biraz daha kadınlar için kurtarılmış bölge gibi görüyorum. Mesela gece İzmir’de sokağa çıktığın zaman çok fazla kadınla karşılaşırsın sokakta.” (5ED10). (yakında websitemizde)

 

Aynı hikâyenin sahibi kadınların kentle olan ilişkisini anlatırken hemen bir çekince koyarak devam ediyor. Bir yıl öncesine kadar, sokakta takip ve taciz edilene kadar kendini bu şehirde çok daha rahat hissettiğini söylüyor. Başka kadın hikâyeleri benzer bir şekilde son 10 yılda sokaklarda tacizi daha çok hissettiklerini ancak tacizin kaynağının sadece erkekler olmadığını anlatıyorlar. Mahallelerde, yaşam alanlarında özellikle bekâr ve yalnız yaşayan kadınların kadın komşular tarafından göz hapsine tutulduğunu, gözlendiğini, mahremlerinin konuşulduğuna tanık olduklarını anlatıyorlar (5ED9-5ED1). Dinlediğimiz yaşam hikâyeleri taciz ve şiddetin bir ideoloji olarak kavramanın önemini ve bu ideolojinin öznesinin erkekler kadar kadınlar da olduğunu söylüyor. Baskının olduğu yerde direniş de filizleniyor. İzmir sokaklarında yürürken kadınların sokaktaki tacize anında tepki gösterdiklerine, özellikle erkeklere seslerini yükseltmekten öfkelerini açığa çıkarmaktan imtina etmediklerine zaman zaman tanık olabiliyoruz, umutlanıyoruz.

 

İzmir’deki kadın kamusallığının olanaklı kıldığı başka birçok hikâye var. Birçok kadın İzmir’deki deneyimini, hem kök ailelerinin memleketleri hem de daha önce yaşadıkları diğer kentlerle karşılaştırma yoluna giderek anlatıyor. Bir görüşmecimizden kadınların sevgilisiyle, evlenme baskısı hissetmeden aynı evde yaşayabileceği, sosyalleşebileceği, mutlu olabileceğini dinliyoruz. Şöyle diyor: “İzmir benim için hiçbiriyle kıyaslanamayacak kadar kıymetli ve güzel. İyi ki buradayım diyorum ben her defasında. Hiç gitmek istemiyorum. Hiçbir yere...” (5ED3) https://www.bizimhikayemiz.org/ed-izmir-03

 

İzmir’deki kadınlar, İzmir’e göç etmiş kadınlar, evli olmanın, çocuklu olmanın, ya da memleketlerinin olmadığını söylüyor. Bu kentin aynı zamanda geleneksel bazı rollerden sıyrılmaya olanak sağladığını, bu kentin sakinlerinin birinin eşi, birinin annesi bir yerelin üyesi olmadan iletişim kurmaya açık olduklarını söylüyor. Bu anlamda anonim kalabilmenin bağımsızlık ve özgürlük duygusuna yaklaştırdığını anlıyoruz. Boşanmış, evlilik içinde şiddet görmüş ve boşandığı için ailesi tarafından dışlanan genç bir kadın anlatıyor, bu hikâyeyi. Öncesinde bir bağı olmadan bir akrabasının yanına sığınmak için geldiği bu kentte, akrabası tarafından da dışlandıktan sonra daha güçlendiğini çünkü dayanışmayı öğrendiğini, devam edebilmek için kendini yeniden var edebilmenin yollarını yeniden keşfettiğini anlatıyor:

 

"İzmir sürecinde kan bağının ne kadar önemsiz olduğunu anladım, fark ettim; çünkü hep başkalarından tanımadığım belki de yeni tanıdığım insanlardan yardım aldım, kendi istekleriyle. ... Ben tek başına toparlayamazdım. ... İzmir bu konuda bana kucak açtı. ... Sonra ben de aynısını başkalarına yaptım” (5ED8)

https://www.bizimhikayemiz.org/ed-izmir-08

 

İzmirli kadınlar diğer kentlerdeki kadınlar gibi okulda, işte, mahallede, sokakta ve evde şiddet, taciz ve ayrımcılıkla burun buruna yaşıyor. Ancak sokağa çıkmaktan, görünür olmaktan, direnmekten vazgeçmiyorlar. Geleneksel bağları ve rolleri aşındırmaya çalışıyor, dayanışmayı öğreniyor ve öğretiyorlar. Ve çoğaldıkça özgürleştiklerini hissediyorlar...

 

“İyi ya İzmir, güzel yani. Yaşamak için güzel bir kent kimse seni sorgulamıyor kolay kolay. Ya da biz artık kendimizi sorgulatmamayı ezdirmemeyi öğreniyoruz.”(5ED8) https://www.bizimhikayemiz.org/ed-izmir-08

 

Son olarak İzmir’in özellikle civar ilçelerine son on yılda büyük kentlerden artan sayıda bir beyaz yakalı göçünün olduğunu söylemek ve bunu son iki yıla, pandemi sonrasına genişletmek de mümkün. Pandemi sonrası Temmuz ayından itibaren İzmir/Urla’da yaşamaya başlamış olan oyuncu/yönetmen bir görüşmecimiz örneğinde bu yeni yaşama mekânının onun açısından hem maddi hem manevi bir inziva anlamına geldiğini görüyoruz. Performans alanında çalışan onca emekçinin pandemi sürecinde maruz kaldığı işsizlik ve yoksullaşmayı, aile evinde hem maddi hem manevi anlamda yaşamı sadeleştirmenin bir mekânı olarak Urla İzmir’deki bu yeni yerleşikliği az insan, az sosyalleşme ve çokça doğada olma, okuma, yazma ve düşünme imkânı sağlayan bir süreç olarak deneyimliyor. Onun anlatısında da mekânın ya da kentin, bir kadın sanatçı olarak yaşadığı pek çok zorluk ve her şeye rağmen üretmeye çabalama sürecinde silikleştiğini görebilmek mümkün. Yazabilmek, oynayabilmek ve kolektif üretim olanaklarını yakalamak isteği belirginleşiyor:

 

“Bu ülkeye ait hissetmiyorum kendimi ya da başka bir ülkeye. Mesela Almanya’ya gittiğimde… orayı da övemiyorum o kadar, burayı da yeremiyorum o kadar.” (5MC01) https://www.bizimhikayemiz.org/mc-izmir-01

Yaptığımız sözlü tarih görüşmelerine, günlüklere ve röportajlara;

 

Sitemizden

Twitter Hesabımızdan

Youtube Kanalımızdan

 

 ulaşabilirsiniz.

Her türlü katkıya, öneriye ve eleştiriye açığız, düşüncelerinizi lütfen bize yazın.

Paylaşmak İçin

Share on FacebookShare on X (Twitter)

Web Sitemiz